“Düşünde salıncakta sallanıyordu. Aslında annesi onu tek başına bırakıp da gitmezdi salıncağa bindiğinde ama bu kez, alabildiğine hızlı ve yalnız başına uçuyordu sanki.
Ne derdi annesi? “Düşersin yavrum, sıkı tutun.”
Keşke daha sıkı tutunsaydı şu zincirlere, bak düşmüştü işte. Hem de ne düşme! Öyle canı yandı ki, “anneeee” bile diyemedi.”
Depremin olduğu günlerde yazdığım bir öykü: “Yayındasın”
Öykünün girişinden aldım bu cümleleri. Bir çocuğun ve bir habercinin gözüyle yazmışım, ne garip. Oysa bizim o zamanki programımız haber içerikli değildi, kendi halinde bir kadın programıydı.
Önce biraz program ekiplerinin nasıl çalıştıklarından söz etmek istiyorum. İç yapımlar olarak adlandırılıyoruz ve kesinlikle benim çalıştığım tv kanalında adam yerine konulmuyoruz. Dış yapımlar, haber ve spor programları çok daha önemli oluyor haliyle. Bize ayrılan bütçe, arada bir dekorlara evden eşya götürecek kadar vahim bir durumda. Her hafta ekibe bir kameraman veriliyor ve çekim için eğer çok ağlarsak haftada üç gün izin alabiliyoruz. Montaj setleri için de aynı şey söz konusu. Ya sabahın köründe set alabiliyoruz ya da gece yarısından sonra. Gün içinde bize ayrılan saatlerde programın bantlarının montajını yapmak olacak şey değil. Her hafta en az on bant hazırlamamız gerekiyor falan falan. Durum bu ve söylenerek geçirecek tek bir dakika bile yok. Elde olanla yapıyoruz ne yapacaksak. İzleyenlerin üç dakikada tükettikleri bu bantlar, bizim için saatler boyu çalışmak demek. Ve biliyoruz ki, o seyirden akılda hiçbir şey kalmayacak. İster lösemili çocuklarla ilgili bir bölüm hazırlayalım ve ben zırıl zırıl ağlayarak kurgusunu yapayım, ister deprem, ister yemek tarifi ya da ayak sağlığı. Hiçbir şey değişmiyor.
Deprem bölgesine çekime giderken en çok istediğimiz şey iyi bir kameramandı. Ve şansımıza o hafta bizim ekiple çalışan kameraman ciddi iyi bir kameramandı, tabii canı isterse. İşi severse döktüren ama sevmediğinde o kamerayı kafasında paralayacağınız abukluklar yapan, çok iyi bir kameraman. Deprem yıkımının sevilecek bir yanı yok değil mi? Ama bir kameraman için bulunmaz bir hazine ve bizler için de. Utanarak öğrendiğim şeylerin başında bu geliyor ne yazık ki. Yaralılar, ağlayan çocuklar, yakınlarını arayan insanlar, tozun toprağın içinde kalmış bir oyuncak, fotoğraflar.. ve korkuyla bakan, boş bakan, bakmayan gözler. Bunlar çekmek için gittiğimiz şeyler, ve, birlikte gittiğimiz ekip arkadaşımdan hiç unutmayacağım bir söz: “Yav şimdi bi deprem daha olsa, neler çıkarırız biz buradan!”
Günlerce çekim yaptık, sabah gittik gece döndük. Metinler yazıldı, kurgular yapıldı. Programa çağrılacak konuklar belirlendi. Sağlık, sosyal yardım, barınma. Hemen her konuda söz söyleyecek bir konuğumuz vardı. Ama iş o noktaya gelene kadar yapılacak da çok şey vardı.
Gece montaj setlerinden birine kapanıp kendi halimizde kurgu yaparken, montaj katını işgal eden habercilerin hengamesini dinlerdik. Kanalın o zamanki ana haber sunucusu olan zat, benim bildiğim ilk defa montaj katını şereflendiriyordu. "Bana ağlayan çocuk görüntüsü bulun! Ya da kadın!"
Peşinde deli gibi çaresiz dolanan habercilere bağırışları eşliğinde, biz kendi setimizde, elimizde tam onun istediği görüntülerle işimizi yapıyorduk. Kapıyı iki kere kilitleyerek. Aslında böyle zamanlarda bizi adamdan saymamaları çok hoşumuza gidiyordu.
Habercilerden bir farkımız yoktu ki. Biz de “iyi televizyoncu” olarak, izleyenleri ağlatmaya çalışıyorduk öncelikle. Ortada bir trajedi vardı ve bizler de yenilerini üretiyorduk, bir daha bir daha. Seçtiğimiz müziklerle, yazdığımız metinlerle. Ama bu iş, böyle bir işti. Eğitimini görürken bize anlatılanlardan farklıydı. Düşünüp, tartışıp, fikir ürettiğimiz “böyle yapılmalı, daha ‘etik’ olur mirim” dediğimiz ne varsa, tatlı bir düş gibi bizi sadece rahatlatan anılara dönüşüyordu. Çünkü “izlenme oranı” bilinen en etkili depremdi.
“Nasılsın?” demeye çekineceğim, ya da ancak “nasılsın?” diyebileceğim yaralı insanlarla, annesini babasını kardeşini oyuncağını okulunu arkadaşını kaybetmiş çocuklarla röportaj yapmayı öğrendim. Elindeki fotoğrafı gördüğü herkese uzatıp ağlayarak kızını arayan bir kadına yardım edeceğime, kameranın karşısında şöyle şöyle durursa ışığı daha iyi alabileceğini söyledim. Aklımdan geçen neydi? Sadece iyi bir iş çıkarmak. Öğreniyordum..
Televizyonun bir yanı, hem de önemli bir yanı acıyla besleniyor. Her felaket onun için tadından yenmez bir enerji kaynağı oluyor. Ve ne yazık ki, izleyenler için de aynı şey geçerli. Başkalarının acıları, başkalarının dramları izleniyor. Hem de yüksek bir oranla. Ağladıkça açılan, ağladıkça şükreden ve ağladıkça yaşamı anlam kazanan bizleriz aslında. Bizler, kendi televizyoncularımızı yaratırken “ağlamak istiyorum” diyoruz.
Kadere bu kadar inanan başka bir millet var mıdır acaba? Bugün, on yıl sonra bugün, şu an bile ağlamaya programlıyız. O yüzden anamızı ağlatıyorlar, sesimiz çıkmıyor. O yüzden inandığımız bir şeyi, aklımızla yok etmek istemiyoruz. Akıl kullanıldığında, kader yok olacak çünkü. Neye ağlayacağız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder