6 Kasım 2011 Pazar

0

İletişim ve aşk

Dünyamıza hayli zamandır "küçük bir köy" diyoruz. Bu köyde yaşayan insanların birbirlerinden haberleri var. Ne giyinip ne yediklerini bile biliyorlar. Zaten neredeyse herkes aynı şeyleri giyiyor, aynı beş dakikalık yemekleri yiyor. Ancak neylersiniz ki kapı komşusunu bile tanımıyor. Onun evinde bir değil birkaç dünya var çünkü: Televizyon bilgisayar dizüstü masaüstü cam yanı cep tablet plaka yaka düğmesi vs vs..

Kendini en mutlu hissettiği saatler bir şeyleri seyrederken geçiyor. Başkalarının hayatları, başkalarının başına gelenler ve kendisi dışındaki her şey. Özellikle sanal alemlere dalıp kendini yitirmekten çok hoşlanıyor. İş hayatından mı bıktı, yolda yürürken üzerine üzerine gelen kalabalık mı onu boğuyor, bir an önce evime gitsem ve şunları bir ekrandan rahat rahat izlesem mi diyor? Madem öyle, neden tuttuğu takımın hiçbir maçını kaçırmıyor? O mahşeri yığının içine girince, yine "bir" mi oluyor? Tatile çıktığında neden bi başka yığının ortasında dinlendiğini sanıyor?

Bir zamanlar dünyanın gidişini değiştiren insan, artık sadece önünde büyük bir hızla akıp giden görüntüleri seyrediyor. Aslını ararsanız iyi bir izleyici bile olamıyor. Çünkü belleği zayıflamış, yoğunlaşması giderek azalıyor. İnsan evladına ne oldu? Ne oldu da kendi yaşamının bile dizginlerini elinden kaçırdı? Eskiden yönetenlerin bir yöntemi vardı: Böl ve yönet. Şimdilerde sanki şu düsturu edindiler: Bir araya getir ve hepsine aynı şeyi göster. Böylece, onlar zaten "bir" olurlar. Sen de bildiğini okursun.

İletişimin bugün geldiği noktada İnsan, Ay'da atılan ilk adımı izledi. Bu İnsan'ın yuvasını ilk terk edişiydi ve şiirseldi. Sonra bir gün İnsan, evindeki televizyonu açtı ve Bağdat'ın bombalanışını canlı canlı izledi. Sanki bir bilgisayar oyunu izler gibi. Hani şu ha bire canlıları öldürdüğümüz oyunlardan. O oyunların içine daldığımızda önceleri bir şeyleri yok etmenin verdiği garip bir tedirginlik yaşasak da bir süre sonra gözümüz döner. Göre göre alıştığımız şiddet şimdi birkaç tuş olmuş elimizin altındadır. Bizi zorlar öldür onu der, yok et parçala! Hem zaten onlar gerçek değil ki.

Ancak Bağdat'ta bombalananlar gerçek insanlardır. Ne çare televizyonunun önünde oturan İnsan bunu ancak bir an aklından geçirir. O an, içinden yükselen ses der ki: Ne o? Daldın bakıyorum. Uyan arkadaşım, uyan! Tanımadın mı yoksa o bombaları yiyenleri? Onlar da İnsan tıpkı senin gibi. Birlikte daldan dala atlardınız, sonra ayaklarınız yere başınız göğe erişti. Yürüyüp gittiniz. Bu günlere geldiniz. Hiç mi hatırlamıyorsun İnsan'ı?

Ama İnsan evladı öylesine yabancılaşmıştır ki her şeye, sadece: Hı? der. Der ve geçer. Kanal değiştirir, misal bir macera filmi izler ve uyur. Görüntülerin kendisine ne yaptığını bilmez, nasıl şartlandırıldığını, nasıl kalıplandırıldığını anlayamaz. İletişim bir yönüyle sistemlerin ideolojik aygıtlarına dönüşmüş ve İnsan'a işte bunları kazandırmıştır.

Bir de yetmezmiş gibi insan evladı tutar aşık olur. Acaba hiç düşünür mü, ilk insanlar aşkı tanır mıydı? Acaba önce kim şöyle dedi: "Aşığım arkadaş!" Karşılığında duyduğu cevap şu olabilir mi: "Aşk mı? Nasıl yani?" İşte bu sorunun yanıtı insanlar için bir bulmacadır ve büyük bir olasılıkla, uzayın en ücra köşesine de gitseler yanlarında taşıyacaklardır.

Belki de aşkın keşfiyle asıl insanlık tarihi başlamıştır. Sadece üreme içgüdüsü değil, sadece karşı cinsten birisiyle yaşamı paylaşmak değil, bunu neden sadece o kişiyle yapmak istediğimizin yanıtı olabilir mi, aşk? Peki aşkı bize nasıl öğrettiler? Bize anlatılanlardan ne anladık? Nasıl yorumlayıp, kendimize uyarladık? Çocuklarımıza aşkı nasıl tanımlayacağız? Kaça ayıracağız ve hangilerine "yasak" diyeceğiz?

Kendi halinde bir aşk tanımlaması yaparken bile özgür olunabileceğini sanmıyorum. İçinde yaşadığımız toplum ve bu toplumun değer yargılarından bize ulaşan ileti, aşkın sınırlarını çizmiş. Bizden beklenen ise bu çerçevenin içinin doldurulması. Toplumdan topluma farklılıklar gösterse de iletişim marifetiyle köyleşen dünyada, aşk denilince insanların aklına hemen hemen hep aynı şeyler geliyor. "Nasıl aşık olunur?" adlı bir el kitabının şablonuyla yaşanıyor aşklar. Aşkımızı ifade ediş biçimlerimiz, tepkileri yorumlayışımız ve atağa geçmemiz de yine aynı tür bir iletinin marifeti.

Peki aşkı olanca saflığıyla yaşama özgürlüğümüze ne oldu? Aşkla tanışan insan evladı bu duygunun özgürlüğün anahtarı olduğunu anladığında acep neden engellendi? Dinlerle ortaya çıkan baskıcı ahlak anlayışı, dinleri kullanan egemenlerin hangi ihtiyaçlarını karşılamak adına, aşka "yasak","günah" tanımlarını soktu?

İnsan aklının özgürleşmesi, insanlar arası ilişkilerin sevgi temeline oturmasına yol açar. Kendini tanıyan, kendini ifade ederken özgürleşen insan giderek üzerindeki her tür baskının kaynağını araştırmaya ve anlamaya başlar. Bana öyle geliyor ki tarih boyunca insanları bir sürü misali gütmeye çalışanlar, insanoğlunun zaaflarını, ruh halini ve eğilimlerini çok iyi bilen iletişim kurtlarıdır aynı zamanda.

Açığa çıkmamak uğruna aslında zekanın bir işlevi olan aşkın nelere kadir olduğunu anlamış ve demişlerdir ki: "Eğer bir şeylere bağlanmak istiyorsanız işte size Tanrı, işte peygamber, işte vatan, işte ideoloji ve işte kahramanlar. Yok ben ille de aşık olmak istiyorum diyorsanız, yağma yok! Öyle her istediğinize aşık olamazsınız. Kuralları tasnifleri ve izinleri vardır bu işin. Yoksa sizi aforoz ederim, cezalandırırım. Hiçbir şey yapamıyorsam da sizi bir ayıplarım ki insan içine çıkacak haliniz kalmaz. Ya da şöyle yaparım: Bazı ahlak kuralları dayatırım size, gözeneklerinize kadar işler bu kurallar. 'Çok seviyordum, öldürdüm.' dersiniz sonra. Ben de ellerimi ovuştururum ve size: 'Arkadaş, bak senin kardeşini şu adamla sinemada görmüşler, ne iş?' diye sorarım. Gerisini siz getirirsiniz nasıl olsa."

İletişimin bilinen bilinmeyen, yakın ya da uzak bir gelecekte bulunacak her türü iş ve siyaset yaşamında emirlerimize amadedir. Simgeler çağında artık iletişim bir simge bombardımanıdır. Sabah daha bir gözümüz açıkken başlayan bu saldırı bilinçaltımızın tek delikli süzgecinden geçerek, düşlerimizde de devam eder.

İletişim en geniş anlamından en dar anlamına kadar iş ve siyasette, hatta tüm yaşamda bizim için iki yönlü bir silahtır. Bu kurallar kullananın niyeti doğrultusunda hizmet verir. İnsanları giydiklerinden, yediklerinden, söylediklerinden yola çıkarak tanımlamak iletişimin bir getirisi ise de aynı insanlara neyi giyinip neyi yiyeceklerini ve neyi söylemeleri hatta düşünmeleri gerektiğini bildiren de yine aynı iletişimdir.

Üretim ilişkilerinin tarihini bilmeden, felsefe tanışıklığını dostluğa dönüştürmeden yapılan siyaset bir kör dövüşüdür ve izleyicileri de sağırlardan oluşur zamanla. İletişim bizlere insanın öyküsünü sunar. Bu öykü, okunmalıdır.

İletişimi iş yaşamımızda, siyasette ve tüm hayatımız boyunca bilerek ya da bilmeyerek kullanıyoruz. Asıl felaket bence iletişimin ne olduğunu bildikten sonraki kullanımda boy gösteriyor. Benim elimde bir güç var. Bu gücü ben nasıl kullanacağım? Yanlış olduğunu bildiğim birçok şeyi yeniden üreterek mi? İnsanları ertesi güne hazırlayanların arasına katılıp, bu 'lanetli' düzenin bir dişlisi olarak mı? Yoksa, kanatlarını kazanmak isteyen bir melek saflığıyla mı?

En iyisi sanırım insan olarak, bildiğin sıradan iyi bi insan olarak kullanmak. Eğer bizler kimin tarafından ne adına hangi yollarla ve nasıl 'kopyalanmış yaşayan ölüler' haline geldiğimizi kavrarsak işimiz belki biraz kolaylaşır. Ne de olsa aynı 'İletişim Araçları'na bizler de sahibiz. Bu işte bir çelişki varsa da bu çelişki, oyunlarını döndürme adına bizlere bu aygıtları dağıtanları sorunu. Eh, ne yapalım, baştan düşünselerdi!


Kafayı sıyırmışım herhalde notu: 2001 yılında yazmışım bunları. İletişim araçlarını sıralarken o zaman sadece televizyon ve bilgisayar demişim, cep tablet dizüstü vs diye kısa bi güncelleme yaptım şimdi.. Uzun ve hayli sıkıcı bir ahkam olmuş ve lakin amma yazmışım be kardeşim, dursun şurada..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

back to top