Küçük tahta bir masam var benim. Eski çay bahçelerinin çok eski masaları gibi. Onu gören asla bu bi çalışma masasıdır demez. Diyemez, yakıştıramaz çünkü. Ama benim masam kendini bilir. Ne olduğunu, ne işe yaradığını çok güzel bilir.
Geçen gün köşesine bacağımı çarptım. Hızla çarptım, canım yandı. O acıyla sendeleyerek tutundum bir ucuna, elim kaydı, masa sarsıldı titredi üzerindekiler devrildi, saçıldı. Söylene söylene topladım hepsini.
Kalemlerimi topladım önce. Kalemlik vazifesi gören Tazmanya canavarlı kupayı aradım. Devrildiği yerden masanın kenarına doğru var gücüyle kaçmaya çalışıyordu, hani bir ihtimal bu karagaşada atarım da kendimi kurtulurum diye. Hiç affetmedim, aldım düzelttim yerine koydum. Kalemleri de içine doldurdum. Of çektiğine yemin edebilirim.
Ben bu kupanın derdini anlayamadım. Onca zaman çay kahve servislerinde telef olup gideceği yerde, kalemlik olarak hizmet vermiş. Bir dediği iki edilmemiş, hep göz önünde olmuş, hep sevilmiş. Şimdi neden emekli olmak isteyen yıllanmış ve vazgeçilemeyen katipler gibi davranıyor? Yıllanmış ve vazgeçilemeyen olduğu için mi acep?
Kupanın nazıyla oynamaktan kalemlerimin hepsi yerli yerinde mi diye bakamadım. Sonradan fark ettim ki klasik kırmızı kalemim ile her renkten kalemim kayıp! Bu her renkten kalemleri on metreden tanırsınız. İçinde bit kadar kalem uçları nostaljik bir veznenin önünde (misal bir bankada) sıraya girmişler gibi dizilirler kalemin içinde. Kalemin ucundaki ucu alıp kalemin arkasına sokunca, yeni bir uç çıkar önünden. Şimdi böyle anlatınca müstehcen bir hikayeyin beceriksiz metaforu gibi sırıttı ama işlem aynen anlattığım gibi.
Kalemleri Stephen King'in Mahşer romanının arkasında buldum. Roman tuğla kalınlığında. Bildiğiniz tuğla kalınlığında, evet. Başlayalı çok olmadı ama iyi gittiğini söyleyebilirim. Aslında King'in romancılığının çok ama çok geliştiğini de söyleyebilirim ama bu, o iki kaçak kalemin umurunda olmaz. Sanırım onları ilgilendiren kısmı, kitabın boyutlarıyla sınırlı. Dağ gibi bir sığınak.
Ve,
Neden kaçıyor bu kalemler ve kupaları benden?
Kullanmıyorum bile!
Bir klavyem var benim yahu.. kalem ne?
Ajandaların sadakatinden emindim, yine eminim. Hiçbir yere kıpırdamadan kalmışlar durdukları yerde. Birinin kapağı açık, diğeri mor, biraz da siyah. Üzerinde taa yazdan kalma bir çay lekesi var. Çıkmadı gitti. O çayı da gayet iyi hatırlıyorum, çok sıcaktı. Yememem gereken su böreğinin üzerine vicdan azabını azaltmak için içilecekti, devrildi gitti. Olan mor ve biraz da siyah ajandama oldu.
Not defterlerinden biri su bardağına toslayıp, bardağı yanındaki sevimlilikten baygınlık geçirten su şişesinin yanına yaslamış. Şişe ile yanındaki bardak, boydan yana uyumsuz ama sanki başka hiçbir derdi olmayan sevgililer gibi poz vermiş hayali bir fotoğrafçıya. Halleri o kadar komik ve o kadar imkansızdı ki, düzeltmedim bıraktım öyle. Düşecek birazdan o salak bardak. Not defterinin bunlarla ne derdi var acaba? Buyurun sonraya bir mesele daha.
Küçük tahta masamı seviyorum. Bazen kareli örtüler seriyorum üzerine, bazen çiçekli böcekli. Bazen düz sıradan tek bir renk, bazen her renk. Çoğu zaman hiçbir şey sermiyorum, masam yine güzel. Köşeleri hâlâ daha sivri, çarpınca acıtıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder