2 Eylül 2011 Cuma

0

İnsanlık tarihinin en uzun günü

Bir peri olarak “asil kan” konusunda ilginç düşüncelerim var sanırım.



Düşüncelerimin öyle çok parlak bir arka planı yok. Oturduğu sağlam bir zemin yok. Ezberim kuvvetli değil, resmi ideolojinin eğitim adına bellettiği tarihle başım hiç hoş değil.



Ben kafadan sallıyorum, işime geldiği gibi atıyorum.. tam bir “ben yaptım, oldu” taktiği. Böylesi hoşuna gidiyor.



Buraya kadar tamam sanırım? Öyleyse buyurun lütfen, düşünceleriniz benimle aksın biraz..



Tanrıyı gökyüzüne yollamakla iyi halt yediğimizi sanıyorum. Aslında bu tam olarak bir “sanma” hadisesi değil, daha çok bir “emin olma” hali. İçime öyle doğuyor diyelim, daha bilimsel ve daha bize göre olur.



Tanrı yeryüzündeyken işler çok basitti. Her şey çok daha sadeydi. Tanrı dağdaydı, taştaydı, ağaçtaydı sudaydı. Rüzgarın öfkesinde, ateşin intikamındaydı. Yıldırımda, şimşekte ve depremlerdeydi.. Tanrı burada, bizimleyken, gözümüzle görürken ve heybetini duyarken her şey çok daha kolaydı.



Sonra tanrıyı attık yanımızdan. Ay oldu güneş oldu yıldız oldu. Yine gözümüz görüyordu, yine vardı ama çok uzaktaydı. O da bizi görüyordu, o da bizi duyuyordu. Orada, dünyanın üstünde bir yerlerde bizi izliyordu. Biz de onu.

Onun böyle uzaklara sürgün edilmesine üzülenler de (sanırım bu nedenle) putlar yaptılar. Suret, simge, yerine koyma, model, örnek vs. vs… adı yok açıklaması komik falan ama, bence çok daha insani.



Tam burada bir mola verip günümüze gelmek istiyorum: Uğruna ölünesi onca bayrağın, çakıl taşlarının, kalelerin burçların, sınır boylarının.. ait olunan o ihtişamlı kimliklerin, ve hatta yaratılan onca markanın, imajın, takımın topun taraftarlığın.. ve hatta bu takımların “renklerinin asaletinin” insan beynini gece yarısı atıştırması niyetine yiyip tüketen zombiler gibi hayatımızda olmasının nedeni de budur. Diyorum işte, tanrıyı yollamayacaktık gözden uzak yerlere. Duracaktı burnumuzun dibinde. Ota boka tapınmaya meyilli arızalı ruhlarımıza basit ama kesin bir çözüm sunmuş olurduk. Çünkü gözün gördüğü, kulağın duyduğu bir tanrının yeri dolamadı daha. Bin ayrı icat da çıkarsak, dolamayacak.



Tamam döndük yine masala..



Tanrının gözden uzak olması gerekiyordu. Çünkü onun adına konuşmaya hevesli çok insan vardı. Hayvanlarda böyle bir ihtiyaç yok, ne güzel. Bizim onlardan daha zeki olduğumuz doğru ama, sadece bu nedenle, bizden daha akıllı olduklarını sanıyorum. İhtiyaç duymayacak kadar akıl. Yeter de artar bile.



Her neyse.. tanrı göğün yedi kat üstüne yollandı boyumuz biraz daha uzadı. Bakın kısa kesiyorum, yoksa ben de bilirim çok ama pek çok tanrıdan, tek bir tanrıya geçilmesinin acıklı tarihini anlatmayı. (Üşendiğimden değil, sonuçta zaten tanrıların tek tek yok olup tek bir tanrıda karar kılınmasıyla, bunları böyle külliyen gözden kaybetmenin hikayesi çok da farklı değil..)



Tanrı muhtemelen küstü bize ve “tamam lan madem öyle ne haliniz varsa görün” deyip çekti gitti. Orası ayrı bir hikaye. Çok karışık. Ben bir pastafaryan olarak çok da takmıyorum bu mevzuyu kafama. Buralarda olan bitenin o giden tanrılarla bi alakası yok nasılsa..



Tanrının adına konuşmak isteyenlere böylece gün doğmuş oldu. Adamlar ve kadınlar, o gün bugündür bir hilti zarafetiyle çalışıyorlar kafalarımızda. Ne sözleri bitiyor, ne sözcülükleri. Gün de bitmiyor anasını satayım.. İnsanlık tarihinin en uzun günü.



Tanrı sözcüsü kutsaldır, çok şahanedir, asildir, farklıdır, ayrıdır, özeldir, değerlidir, önemlidir. Her şeyden önemlidir hatta. Kral olur, lord olur, kraliçe olur, sultan olur padişah olur. Bir de bunların el verdiği diğerleri olur, onlar da misal dük olur kont olur markiz falan olur. (Kiliseye havraya imamlara şeyhlere şıhlara hiç gelmiyorum. Ortada bir oyun varsa, oyuncular da vardır di mi?)



Asalet denilen kurum (ya da kuruluş, teşkilat, “şey”) öyle leziz bir şey olmuş ki, krallarını kraliçelerini kesip öldüren toplumlar bile asillerine gözleri gibi bakmışlar. Onların yok olup gitmesine pek de izin vermemişler. Bir tür hayranlıkla, mutlak bir gıptayla ve o sınıfa dahil olabilmenin hayaliyle onlara sahip çıkmışlar. Masallarımız prenseslerle, prenslerle şenlenmiş, en çok izlenen “başarı öyküsü” Kül Kedisi’ninki olmuş. Bu arada kim bilir kaç kuşak kadın beyaz atlı prensini beklerken telef oldu gitti bilmiyoruz. Konumuz o değil, ama emin olun, o beyaz atı soylu bir markanın beyaz arabasıyla değiştirirseniz öyle çok da bi şey fark etmediğini görürsünüz.



Asaleti sıradan fanilere ikram edenler de çıkmış. “Hayır! Asıl asil olan sizlersiniz!” demiş bunlar. Haklılar tabii.. Zaten asalet denilen şey, tanrının sözcüsü olan mutlak güç sahibi bir tahtın makul bir paylaşımıysa, bu paylaşımın her insan evladına ulaşmaması için bir neden yok. Neden sadece kontlar kontesler asil olsun ki? Onlar asilse misal, terzi Adem de asil. Hem üç beş tane kont varsa, milyonlarca adem var. Onlara “asıl siz asilsiniz, asıl sizin kanınız mavimsi ve fena halde asil” demek daha makul.



Çelişki nerede?



Soylular sınıfını yakıp yıkan, demokrasi özgürlük eşitlik adalet savaşları veren ama bayrağına kanına toprağına taşına asalet bahşedenlerde mi, benim masalda mı?



Bireyi öne çıkaran, insanın hakkına hukuğuna saygı duyan, eşitlikten taviz vermeyen ama o insanların önüne “ulaşılabilir hayal” diye ayrıcalık, dokunulmazlık ve hatta kutsanmış bir mevki (misal şehit olmak) koyanlarda mı, yoksa şu şahane sallamada mı?



Hım?





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

back to top