Sessiz sedasız ya da yedi mahalleye karşı ramazan topu misali gümbürdeyerek biten her evlilikten sonra bir kez daha iman ediyorum ki: Bu işte bi sakatlık var. Doğuştan oluştan ya da sonradan peydahlanan bir sakatlık var. Bu öyle bir sakatlık ki, öldürmüyorsa şayet, bildiğin süründürüyor.
Şimdi bu mevzuya ben bi daha dönüp de yazarım diye hiç düşünmüyordum, yeterince abuk ahkam kesmiştim bi aralar. Ve lakin anacım ben dursam şartlar izin vermiyor ki hanımhanımcık bi durayım köşemde. Milletin telli duvaklı hayallerine sataşmayayım efendi olayım iki dakika. Mümkünatı namevcut! (ahahh ya bak nereden geldi aklıma bu söz böyle.. taa ne zamanlardan çok ama çok eski bi arkadaşım söylerdi bunu. Bi anlamı olduğunu düşünürdüm ben de. Yani herhalde ‘mümkün değil, olacak şey değil, imkansız!’ gibi bi anlamı var sanıyordum. Öyledir işallah, kullandım gitti..)
Gitti de benim kafa da gitti bu arada. Ne diyomuşum bi bakıp geliyorum:/
Oki..
Devam: Son iki günün malum röportajı beni yaz rehavetinden itekledi sanırım. Eren Talu brada bi esmiş dökülmüş Ayşe Arman hanfendiye. Okuyan bi pişman oluyor, okumayan bi merak bi noli halleri falan. Olan bi şey yok aslında biten evlilikler cephesinde. İşte kimi olabildiğince sessiz ayırıyor yollarını, kimi çekip vuruyor, kesiyor ya da yüzünü gözünü dağıtıyor. Kimi arkasından sayıp dökerek dayaktan beter ölümden hallice bi şeyler yapıyor. Ruh sağlığı allaha havale olunca da kimsenin ağzından çıkanı kulağının duyacak hali kalmıyor. Sonra da ortaya muhtemelen bir sakin zaman geçtikten sonra hüzünle yad edilecek kelamlar çıkıyor.
Ben mevzunun karşılıklı çemkirme itham ya da iftira faslında değilim. Ayıplama günahına tövbe edeli hayli zaman oluyor. İnsanın hallerine tahtıma kurulup cık cıklayacak kadar genç değilim, aldığım derslerden utanırım. Biliyorum ki, şu fani alemde yeterince YAŞAYAN her insan, tadımlık da olsa, doyumluk da olsa nasibince rezil olmuştur. Kimsenin kimseyi yargılamaya yetecek terazisi yok. Ağırlıklar boynumuza belimize ayağımıza dolanmış, hangi zincirimizi kaldırıp kime neden parmak sallayacağız ki?
Aklıma takılan pek bi şey olmadı röp’de, her şey bi yerlerden tanıdık. Defne Samyeli’yi ise eskilerden zaten tanıyorum, haberde hiç çalışmadım ama aynı mekanda bulununca ha evet tanıdık falan diyebiliyorum. Neyse yok zaten konu bu değil, Eren Talu şöyle bi şey demiş mealen: “Ben sadakat olayını farklı görüyorum, aldatmaya falan takılı kalmam. Erkek de kadın da aldatabilir. Erkek zaten bunu jimlastik olsun diye yapar ama kadın aşık oluyor, o zaman rayından çıkıyor mevzu..”
E ama aşık olunca mevzu değişir ki zaten? Senin jimlastiğine eşin ses çıkarmıyorsa, seninle iletişimini kesmiştir zaten. Sportif faaliyet olsun ya da duygusal alıştırmalar falan, bitmiştir bunlar. Hayatı bekleme moduna alıp bi bakıyordur nolacak diye. Yahu belki bir daha aşık olmak istedi? Hani elinde değildi, kader işte bi adam çıktı karşısına ve istememesine rağmen aşık oldu diyenler için söylüyorum: Aşık olmak istemiştir belki? Olamaz mı? Özellikle istemiştir. Keşke bir daha aşık olabilsem demiştir.
Biliyosunuz aşk çok matah bi poh olduğu için böyle yaş ilerlese bile, anne baba olunsa bile istenebiliyor. Kanın damarda aktığını hissetmeyi istemek gibi. Hayata son bi defa dokunmak, hatta tutunmak gibi. Tutkuyla sarmaş dolaş olan bi aşktan söz ediyorum elbette. Öyle hiç de gözde büyütülecek ulvi, kutsal bi yanı yok. Tenden candan elden dudaktan söz ediyorum. Aşkın, hani o sonsuza kadar sürecek diye başlayan ve hatta aşkla başlayan, tutkuyla başlayan evliliklerin enkazı başında , yıkıntı altından anı defteri eski fotoğraf kırık tarak toplamak gibi bi şey olduğundan, ve elde kalan olduğundan, ve sadece bunun için, sadece yola devam etmek için istenen bir şey olduğundan söz ediyorum.
Olur bazen öyle. Geçer bazen. Bazen kalır.
Of aman be notu: Ben bu salak alemde en çok, hiç rezil rüsva olmamış insandan çekinirim. Sevmem, hiç haz etmem. Bunu da bu vesileyle beyan etmek istedim, nedeni konusunda hiçbir fikrim yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder