İngilizler dermiş ki: "Tanrı Dünya'yı yarattı, Hollandalılar da Hollanda'yı."
Bizim rehber pek bi hak veriyordu bu söze. Gezi boyunca yel değirmenlerini, kanalları, köprüleri ve hatta artık yabancılara satışı yasaklanacak olan bazı otları bile anlatırken bi an duruyor ve "bu insanların azmi olmasaydı Hollanda bildiğimiz Hollanda olmazdı" diyordu. Bugün Hollanda diye bildiğimiz toprakların yüzde altmışı su altında kalırmış meğer.
Açıkçası ben Hollanda'yı da, rehberimizi de sevdim. Tarihten girip ekonomiden çıkan, sosyal yaşamdan hız alıp sözü magazinle bağlayan kaç rehber kaldı ki? Hollanda ise ayrı bi alem.. sanki biraz kasvetli, yağışlı, yaz ortasında serin, ama insanıyla, medeniyetiyle ve her birine ayrı ayrı gönül verdiğim bisikletleriyle akıl çelip kaş göz eden bi memleket burası. Çok şirin, ve bütün ironilerin gücü adına, çok da sıcak.
Hollanda'da insanlar tıpkı diğer insanlar gibi önce bi yürümeyi öğreniyorlar, hemen peşinden yüzmeyi ve sonra da bisiklete binmeyi. Sıralama böyle bi şeydi sanırım. Topraklarının bir kısmı deniz seviyesinin altında olan bi ülkenin evlatları olarak bu gayet normal. Belki bisiklet faslı biraz sıra dışı görünebilir ancak ülkenin koskocaman bir düzlükten ibaret olduğu düşünülürse, ulaşım adına yapacak pek bi şey kalmıyor. Adamlar ya bisiklete binecekler ya da yüzecekler.
Yerleşimler boydan boya bisiklet yollarıyla örülmüş, çift dikiş gidilmiş ve hatta desen yapılmış, motif atılmış. Herkesin iki bisikleti olurmuş burada. Biri eski ve döküntü, diğeri yepyeni ve özenli, süslü. Çünkü hani neredeyse bisikletin insandan çok olduğu bu memleketin büyük şehirlerinde bisiklet hırsızlığı da almış başını gitmiş. İşte kainatın hınzırca cevap beklediği gizemli sorulardan biri de buymuş meğerse: Neden burada mütemadiyen bisiklet çalınır? Anlayan beri gelsin. Neyse işte, hal böyle olunca insanlar da çare olsun diye şehirde eski püskü bisikletlerini kullanmaya başlamışlar. Yeni ve albenili ciciş bisikletlerini ise hafta sonları kırda bayırda gezinirken kullanır olmuşlar.
Bizim cumhurbaşkanı buraya ziyarete geldiğinde gazetelerde bir fotoğraf yayınlanmıştı. Hollanda başbakanı görüşmeye bisikletle geliyor, bizimki korumalar vs. kortej eşliğinde geliyor. Aslında o fotoğrafta acayip olan bi şey yok. Her ikisi de kendi doğasını yaşıyor, neye alışmışsa, ne ona gayet normal geliyorsa, öyle.
Amsterdam'ı sevdim, Rotterdam'ı eh işte. Tamam iyi hoş ama yeni bi şehir sonuçta. İkinci Dünya Savaşı'nda burası bombalanmış, yanmış yıkılmış. Yeniden yapmışlar, mis gibi şehirleri olmuş ve fakat, bi Amsterdam değil. Kuğuya benzeyen köprüleri pek bi alımlı, bir de o küp evler. Muhtemelen bunların içinde yaşayanlar tepe sersemi oluyordur ve ben bi mimar olarak böyle bir yorumda bulunarak gayet saçmalıyorumdur, ama olsun, her halim güzel benim, hele ki saçmalarken ve hele ki televizyoncu yanım mimarı çoktan tepelemişken.. heh.
Bu arada, o meşhur kırmızı fener diyarını da gezdim. Bunda garip olan bi şey yok, turistik bi mekan, ne az ne fazla. Amsterdam'a gelen kırmızı feneri es geçmek istemiyor. İki vitrin sonra yemişim fenerini de sokağını da diyorsunuz ama bunu demenizin nedeni seks işçilerini yarı çıplak görmenin verdiği rahatsızlık değil. Ben bu sebeple oflayıp puflamadım en azından. Bir anda insanın gözü izanı neye baktığına ayıyor, mesele bu. Seksin alınır satılır bi faaliyet olmasına bi yerde karşıysan, her yerde karşısın demektir. Yani sunumu pek bi güzel ve ziyadesiyle turistik diye bundan vazgeçmek olmaz.
Her neyse.. güzel yer vesselam. Gece saat on, gökyüzü aydınlık daha. Gecesi gündüzü belli insanlarız, öyle aydınlık geceler şirazeyi kaydırıyor biraz ama alışılır mı, evet alışılır. Karanlığa alışmaktan daha kolay bence.
Peynirlerini saygıyla anıyorum, benim gibi bi peynir manyağı için anlatılmaz yaşanır bi şey bu, nım nım..
Devamı gelir mi notu: Var daha anlatacak yerler..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder