Bunun üzerine söylenecek fazla birşey yok sanırım...
Belki bizden alınmadı da biz onları kendi isteğimizle bıraktık. Yeni kadın "işkadını" olduğu için, erkekler dünyasında binlerce çeşit, küçüklü büyüklü oyunla uğraşırken takatımız kalmadığı için, evlerde yapılan "iş" işten sayılmadığı için, onlar bizi içinde durmak zorunda olduğumuz sert dünyada "yumuşattığı" için terk ettik.
Ne portakal reçelini biliyoruz şimdi, ne patlıcan turşusu kurmayı, ne büyük anneannenin çiğböreğini... Bir sürü bilgi, düşünsenize, kuşaklar arasında binlerce küçük bilgi yok oluyor. Kadınların kadınlara aktarması gereken doğum ve ölüm bilgisi gibi mesela.
İki kuşak öncesine kadar bebeklerin kordonunu kesebilirken kadınlar, ölüleri yıkayıp son yatağına yatırmayı gündelik bir bilgi olarak beraberlerinde taşırken şimdi?
İlerlemiş bir hayat
Bitkileri; hangilerinin zehirli, hangilerinin şifalı olduğunu bilirken o kadınlar bize kendilerinden neler bıraktılar?
Hayvanların dilinden ve zamanından anlayanlar bizi bilgisiz bıraktılar...
Gelenekten sadece ezberlenen duaları ve nesiller boyu sakatlanmış yerlerini yeni kızlarda da sakatlamayı anlamamalı. Bunları da anlamalı işte: Çiçek adlarını, ağaçların huylarını, otların tatlarını, kahve falının inceliklerini, mendilin iki ucunu kıvırıp beşikte sallanan ikizler yapmayı...
Dishy dergisini okumam ama bir vesile ile bakarken derginin içine, Şebnem Dönmez'in röportajını gördüm. Bu genç kadında, en "sabah şekeri" olduğu zamanlarda bile bir ışık vardı, diğerlerinden ayırt edilen. Hayatın ayrı damarlarında aktığımız için hiç bir araya gelmedik ama hep gözümün ucuyla izledim onu. Nihayet dergiye bakarken gördüm ki, hayat tahmin ettiğim gibi ilerlemiş ve Şebnem Dönmez içinin derinliğini anlatan cümleleri kurabileceği bir yerinde durmaya başlamış hayatın. Dönmez, Hindistan gezisinden ve meditasyondan söz ediyor. Şöyle diyor sonra:
"Meditasyon demek zihnin akışını, o hiç durmayan makineye müdahale etmeden izlemek demek. O sırada olan her şeyi sadece seyirci olarak izlemek... Bizler çoğu zaman meditasyon yapıyoruz zaten. Yürümek, resim yapmak, el emeğiyle yapılan tüm işler de bir meditasyon aslında."
Doğal yollarla iyileşme
Şebnem'in zarif mizah yeteneğiyle kurduğu cümleleri okurken hamur açan kadınları düşündüm, yoğuran, parçalayan, yayan, tekrar toparlayan... Kaynayan reçelin önünde duran kadınlar, şekerin ve meyvenin kokusunu içine çeken, sebzelerle oynayan, bitkilere dokunan kadınlar... Bu meditasyon hakkı bizden alındı biz "modern" kadınlar olduğumuz için.
Biz ellerimizi, hayat karşısında çaresiz kaldığımızda, öfkelendiğimizde, küstüğümüzde sadece cebimize sokuyoruz artık. Kendi kendimizi doğal yollarla iyileştirme meşguliyetlerini aşağıladığımızdan beri iyileşemiyoruz.
Sinirlenince evi temizleyenlere "Neyi temizlemeye çalışıyorsun aslında, düşün bakalım" demeyi öğrendiğimizden beri şöyle çitileye çitileye dertlerimizden kurtulamıyoruz. Asabı bozulunca dağ gibi ütülere girişenlere, "Neyi düzeltmeye çalışıyorsun aslında. Çamaşırları mı? Hayır" demeyi öğrendiğimizden beri o antidepresanımız elimizden alındı. Çıldırıp bir anda beş yemek birden yaparken durduruyoruz arkadaşlarımızı:
"Niye bunları yapıyorsun?"
Bu "yeni" bilgilerimiz her zaman işe yaramıyor oysa. Bazen gerçekten de ellerimizle bir şeyler yapmamız gerekiyor. Bin yıllardır kadınlar kendilerini nasıl iyileştirdiyse o yöntemleri de öğrenmemiz, tekrar etmemiz gerekiyor.
Şöyle kan ter içinde kalıncaya kadar hamur yoğurmanın tadına da varmamız gerekiyor. Sonra yine çıkarız ve kavga ederiz kılıçlarımızla... Ama bazen de geçip televizyonun karşısına deli gibi ütü yapmak bizi o kadar da zavallı yapmaz aslında.
ecetem@hotmail.com
Ece Temelkuran
Milliyet
06 Ekim 2006 / Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder